Osmanlı ve Cumhuriyet tecrübeleri siyasetimizin ender ve kısa "ara"lar dışında sonlanmayan bir OHAL sürecinde yapıldığını ortaya koymaktadır. Diğer bir ifadeyle siyasetimiz "olağanüstü şartlar" gerekçesiyle koymuş olduğu "idealler"in oldukça uzağında kalmayı "olağanlaştırmış"tır.
Bu süreçte "olağanüstü" koşulların aşılması sonrasında yeniden "ideal"in hedefleneceği vurgulanmışsa da sürekli biçimde kendini üreten "olaşanüstü şartlar" buna imkân tanımamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde "olağanüstü şartlar"ın demokrasimizin düşük bir ligde yer almasını meşrulaştırmak için "kendimize özgü koşullar"a benzer bir gerekçe, bazen de onun bir türevi olarak kullanıldığını söylemek yanlış olmaz.
Asırlık olağanüstü durum
Burada pek çok benzer konuda olduğu gibi, kişiselleştirme ve özgün olayları genelleştirmeden kaçınarak "olağanüstülüğün neden olağanlaştığı"nı sorgulamak gerekmektedir. Bir toplum böylesi geniş bir zaman dilimine yayılan bir dönemi "olağanüstü" koşullar altında geçirmişse bunların "olağanüstülüğü"nden bahsetmek zorlaşır. Dolayısıyla kendisini sürekli biçimde yeniden üreten bu "olağanüstülük"ün yapısal olduğunu belirtmek gereklidir.
İlginçtir ki siyaset "olağanüstülük"ü idealleştirmemiş ve zorlu koşulların doğurduğu ortam düzelir düzelmez "olağan"a dönüleceğini vaat etmiş, ancak farklı biçimlerde kendini yeniden üreten "yeni olağanüstü şartlar" bunu imkânsız kılmıştır.
Sadece Tanzimat sonrası ele alınsa (bu 1839 öncesi siyasetinin farklı karakter taşıdığı anlamına gelmez. Örneğin II. Mahmud dönemi "olağanüstü koşullar" vurgusuyla siyaset yapımı açısından örnek dönemlerden birisini oluşturur) birbirini izleyen farklı "olağanüstülük"lerden oluşan bir "tarih"in yazılabilmesi mümkündür.
Tanzimat ricâli "ideal" düzene geçilememesinin temel nedenini savaş, yapıcı olmayan muhalefet ve modernliğe direnme benzeri nedenler olduğunu ileri sürüyor, bunların aşılması sonrasında "olağan"lığın hükûmran olacağını savunuyordu.
Ancak "olağan"a ulaşmak ne bu dönemde, ne kısa süreli anayasal düzende ve ne de II. Abdülhamid rejimi altında mümkün olabildi. Her dönemin "olağanüstü koşulları" farklıydı. Bunlar "ideal" ve "olağan"a ulaşılmasını imkânsız kılıyor, bu hedef "onların aşılması" sonrasına bırakılıyordu. Doğal olarak bu "aşma gayreti"nin maliyeti ideal, ilke ve özgürlüklerden verilen tavizler oluyordu.
Bu ilke, ideal ve özgürlükleri yeniden hayata geçirme amacıyla gerçekleştirilen "İnkılâb-ı Azîm" sonrasında da "hürriyet"i "ilân" eden İttihad ve Terakki de "olağanüstü koşullar" nedeniyle bunları uzun vâdeye ertelemiştir.
Osmanlı mirâsı üzerine kurulan ulus-devlet de "olağanüstü koşullar" geleneğini sahiplenmiştir. Erken Cumhuriyet'in "olağanüstü olağanüstülüğü," ilerleyen yıllar, bilhassa da 1950 sonrasında "olağan olağanüstülük"e evrilecektir. Gerçekte ise Cumhuriyet tarihi birbirini izleyen, "aşılmaları sonrasında olağan"a dönülecek "olağanüstülük"lerden oluşmaktadır.
Bu "olağanüstü koşulların" "olağanüstülüğü" kadar "onlara olağanüstü tedbirlerle cevap verilmesinin gerekliliği" de fazlasıyla tartışmalıdır. Örneğin, Edirne buhranına verilecek en iyi cevabın Bâb-ı Âlî baskını, Mahmud Şevket Paşa suikasti sonrasında alınabilecek en anlamlı tedbirin İttihad ve Terakki diktası olduğunu söyleyebilmek kolay değildir. Benzer şekilde 1925'te karşılaşılan sorunların Takrir-i Sükûn dışında önlemlerle göğüslenemeyeceği de kolaylıkla savunulamaz. Günümüze ulaşan uzun "olağanüstülük tarihi"mizde çok sayıda benzer örnek bulmak mümkündür.
Nasıl aşılabilir?
Söz konusu süreçte kırmayı başaramadığımız "baskıcı iktidarkomplocu muhalefet" sarmalının söz konusu "olağanüstü"lüğün oluşumunda önemli rol oynadığı reddedilemez. Ancak farklı dönemlerde değişik nedenlere dayandırılan sorun yapısal nitelik taşımaktadır.
Burada önemli olan "olağanüstü koşullar"dan kurtularak "olağan" ve "ideal"e ulaşmanın yegâne yolunun "olağanüstü" önlemler olduğunun düşünülmesidir. Ancak siyasetin asırlara ulaşan bir zaman diliminde OHAL koşullarında sürdürülmesi ve değişik "olağanüstü" koşullardan zecrî tedbirlerle "kurtulunması" "ideal"e yaklaşabilmeyi mümkün kılamamıştır.
Beklenenin tersine "olağanüstü koşulları" olağanüstü tedbirlerle bertaraf etme çabaları umulan sonuçları vermemiş, aksine söz konusu şartların daha da ağırlaşmasına yol açmış, bunların da ötesinde hasar gören ilke ve özgürlüklerin tamir edilmesi zaman almıştır.
Daha da ilginci asırlar süren OHAL siyaseti sürecindeki "olağan ara dönemler"in "olağanüstü"lük atfedilen sorunlara en anlamlı çözümlerin önerildiği zaman aralıkları olmalarıdır. Örneğin savaşlardan ayrılıkçı isyanlara, bağımsızlık ilân eden toprak parçalarından ordular arası çatışmalara ulaşan bir yelpazeye yayılan gelişmelerin doğurduğu ortama karşın, "olağan" bir ara dönem olan 1908-12 arasındaki yıllar sorunların daha anlamlı biçimde ele alınabildiği bir zaman aralığı olmuştur. Buna karşılık, İttihad ve Terakki'nin Bâb-ı Âlî baskını sonrasında kurduğu fiilî tek parti diktatörlüğünün benzer sorunlara daha anlamlı cevaplar verdiğini söyleyebilmek mümkün değildir.
Benzer şekilde siyasetin "olağanüstülüğünden" ciddî tavizler verildiği 1950-54 döneminde Türkiye, sorunlarını Takrir-i Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri gölgesinde gerçekleştirdiğinden çok daha anlamlı biçimde tartışabilme imkânı bulmuştur.
Bu açıdan bakıldığında olağan ara rejim aralıkları, "olağanüstü koşullar çölünde" toplumun nefes almasını sağlayan vahâlar olmuşlardır. Buna karşılık, toplum kısa nefes araları dışında "olağanüstü koşulların," "olağanüstü tedbirlerle" aşılmaya çalışıldığı bir siyaset anlayışı ile yönetilmiştir.
Gözden kaçırılan, aşılan her "olağanüstülüğün" yerini farklı karakterdeki bir diğerinin almasıdır. Bunun temel nedenleri olarak ise "demokrasi kültürünün yerleşmemesi," "otoriter siyaset geleneği," "muhalefetin yıkıcı karakter taşıması" benzeri yapısal belirleyiciler ileri sürülmektedir.
Bu sorunların toplumumuz siyasetinin kronikleşmiş problemleri olduğu doğrudur. Ancak burada bizzat siyasetin "olağanüstü koşulları olağanüstü tedbirlerle aşma aracı" olarak kavramsallaştırılmasının belirleyici rol oynadığının altı çizilmelidir.
Olağan denense
İki yüzyılı aşkın bir süredir savaşılan "olağanüstülük"lerin önemli bir bölümü gerçekte her toplumun karşılaştığı sorunlar olup, bunlar siyasetin yapısal özelliği nedeniyle olağanüstüleştirilmişlerdir. Bu ise ilke ve özgürlükler alanlarında önemli hasar yapmakla kalmamış, "olağan siyaset"i istisnâ haline sokmuştur.
Türkiye'nin asırlar süren "olağanüstü şartlar" sarmalından çıkabilmesinin en anlamlı yolu, şimdiye kadar denemediği bir yol olan "olağanüstünün ne denli olağanüstü olduğunu tartışmak" ve bunun neticesine bakmaksızın onu "olağan ile aşmaya" çalışmaktır...